15 Kasım 2012 Perşembe

Bir Mistik Seremoninin Ardından...

9. Mistik Müzik Festivali Logosu
     
Bir gün yolda Mozart’ın Turkish March’ını mırıldanıp yürürken gördüm bu yılki mistik müzik festivali afişini. Gördüğüm an dedim ki kendi kendime “bu yıl kesin hepsine gitmeliyim.” Öyle ya, önceki yıllar hiç gitmemiş ya da gidememiş, her seferinde de pişman olmuştum kendi kendime. Hep bir sonraki seneye atarken bu niyetimi bu yıl artık kesin karar vermiştim gitmeye, nitekim öyle de oldu. 9 günlük bir müzik ziyafeti beni bekliyordu. 7’sine gidebilmiş olsam da benim için muhteşem bir 7 akşamı ifade ediyor bu festival…
     9. Konya Uluslararası Mistik Müzik Festivali’nden bahsediyorum. 9 yıldır Konya’nın en güzel etkinliklerinden biri. İlk yıllarda pek ilgi görmese de Konya İl Kültür Müdürlüğünün kuvvetli çabalarıyla bugüne gelebilmiş ve muhteşem bir hale gelmiş. Düşünün ki 9 yıldır ilinizde düzenlenen bir etkinlikte son günü Türkiye’den tasavvuf müziğine ait olmak üzere 9 farklı müzik kültürünü görme fırsatı elde ediyorsunuz. Bu da demek oluyor ki Konya 9 yıldır 80’den fazla müzik kültürüne ev sahipliği yapmış hem de bir festival tadında. 2004 yılından bu yana düzenlenegelen bu müzik şölenine ilk zamanlarda Konya Ticaret Odası ev sahipliği yapıyormuş. Tabi o zamanlar haberdar değilim böyle bir şeyden. Son 4 yıldır ise Mevlâna Kültür Merkezi’nde düzenleniyor ve her yıl son gün tasavvuf müziği ve sema ayin-i şerifi icra ediliyor. Bu güne kadar festivale gelen birkaç ülkenin adını yazayım sizlere; Sudan, Amerika, Kazakistan, Rusya, İran, Endonezya, Yunanistan, Bulgaristan, Tayvan, Mali, Fas, Tibet ve daha bir sürü ülke. Bu yılın programında ise sırasıyla şu ülkeler var; İran, Bulgaristan, Afganistan, Çek Cumhuriyeti, Moritanya, Çin/Uygur Türkleri, Gürcistan, Hindistan ve Türkiye. Gördüğünüz gibi internetten dahi müziklerine ve müzik kültürlerine zor ulaşılabilecek ülkeleri şehrimize ağırlamışız, halen de ağırlıyoruz ve şehre, şehrin kültürüne yeni ve güzel manevi şeyler kazandırmışız. Konya İl Kültür Müdürlüğü’nün organizasyonuyla gerçekleştirilen bu festival çok geniş çaplı olan “Hz. Mevlâna’yı anma programları” içerisinde gerçekleşiyor tabii ki. Konya’nın dünyada tanınmasındaki en büyük etken olan Hz. Mevlana’nın bu şekilde günümüze halen fayda sağlaması, ademoğluna müzikle ve aşkla aşka gelinebileceğini halen dolaylı olarak da hatırlatması da ayrı bir güzellik.
     Dedim ya, 9 günün 7’sine gidebildim, Afganistan ve Gürcistan’a maalesef katılamadım. Ama katıldıklarım kadarıyla şunu söyleyebilirim ki hiç birine gelmeyenler gerçekten çok şey kaybetti. Festivaldeki grupları canlı dinlemek isteseniz böyle bir fırsatı yakalamak için 8 farklı ülkeyi gezmeniz gerekmekte. Ayağıma gelen bu fırsatı bu yıl kaçırmadığıma öyle seviniyorum ki.
     Müzik gruplarına ve ülkelere değinmek istiyorum biraz da. 22 Eylül’de ilk ülke İran ve ilk Sanatçı Sima Bina vardı. Horasan’da dünyaya gelen Sima Bina İran’ın en ünlü klasik müzik üstadlarından ders almış biri. Sesine öylesine hâkim ki dinlerken sıkılmak gibi bir şey söz konusu değil. İlk günün merakıyla erkenden gittiğim salonda hem fotoğraf çekebilmek, hem de rahat dinleyebilmek için güzel bir yer ararken, aklımda sürekli dolaşan “acaba nasıl bir şey bekliyor bizi” sorusu vardı. Sorumun cevabını Sima Bina güzel sesiyle ve yaptığı müzikle verdi. Bizi bekleyen şey gerçekten çok güzeldi. Gitmeden önce her grup ve sanatçı için kısa kısa araştırmalar yapıyorum internetten. Sima Bina’yı da biraz araştırmış ve birkaç eserini dinlemiştim. Ama tabii her zaman olduğu gibi canlı performansı bambaşka bir haz veriyor insana. Yanındaki saz arkadaşlarının ustalığını da yabana atmamak lazım elbette. Dutar, kemançe ve barbat çalan sanatçıların bazılarını solo olarak da dinleme şansına eriştik o gün. Her şeyiyle güzel ve beklediğimden çok fazla şey bularak ilk günü bitirdik. 
     İkinci gün Bulgaristan vardı sırada. Grubun ismi Le Mystere des Voix Bulgares. Türkçesi Bulgar Seslerin Gizemi. Gerçekten de ismiyle müstesna bir grup. Herhangi bir müzik aleti kullanmayan, takriben 30 ila 70 yaş arası yaklaşık 25 bayan ve 2 erkek sanatçıdan oluşan bu grubu dinlemenin verdiği zevki gerçekten tarif edemem. Grup 1952 yılında Bulgaristan Radyosu Halk Müziği Topluluğu bünyesinde kurulmuş ve o günden bu yana büyüyerek ve gelişerek devam etmiş. Bugüne kadar 1000’i aşkın konser vermişler ve bir sürü ödül almışlar. Birbirleriyle tamamen uyum içinde şarkı söyleyen bayanlar yöresel kıyafetleriyle göze, eşsiz sesleriyle de kulaklara hitap ettiler. Gruptan bazıları tiz sesler verirken bazıları bas sesler veriyor, aynı sırada şarkı söyleyen sanatçılara da fon müziği oluşturuyorlar. Müziklerinin genel tarzı bu şekilde. Birbirini bir makinanın çarkları gibi tamamlayan bu sanatçıları dinlemenin verdiği keyif tarifsiz…
     Üçüncü gün Afganistan’dan Üstad Ghulam Hussain ve Faqeer Hassan vardı, maalesef gidemedim. Giden arkadaşlarımdan öğrendim ki çok şey kaçırmışım. Enfes bir müzik ziyafetini kaçırmak enfes bir yemek ziyafetini kaçırmaktan daha kötü. Çünkü bu fırsatı bir daha yakalamak mümkün değil. O günün verdiği can sıkıntısıyla dördüncü günün akşamına eriştim, sırada Çek Cumhuriyeti var. Schola Gregoriana Pragensis yani Prag Gregoryen Okulu bize Gregoryen İlahiler söyleyecek. 1987 yılında David Eben tarafından kurulan topluluk, ilk iki yıl sadece âyînlerde yer almalarına izin veren kısıtlamanın kalkmasıyla çok sayıda albüm yayınlamış, ödüller almış ve dünyanın her yerinde konserler vermiş. Katolik kiliseleri ve manastırlarda söylenen Gregoryen İlahiler bir “yaradana yakarış” olarak nitelendiriliyor. Tıpkı Bulgaristan ekibi gibi enstrümansız bir şekilde ilahi söyleyen bu grubu dinlerken kendinizi bazen uzaklara dalmış bulabiliyorsunuz. Çünkü hangi dinde olursa olsun yaratıcıya ve peygamberlerine yapılmış müzikler hep sizi o mistik dünyanın tam ortasına çekiyor. 
     Sırada beşinci gün ve Moritanya var. Moritanya diye bir ülke olduğunu bile eminim bilmeyen kişi sayısı bilen kişi sayısından fazladır.  Kuzey Batı Afrika’da “Griot (Grio)” lar tarihçilik ve şairlik yapan, övgü şarkıları söyleyen ve genellikle grio ailelerden yetişen gezgin müzisyenlere “İggawin” denilmekteymiş ve Hz. Muhammed’e ve mutasavvıf velîlere övgü temalı şarkılar, iggawin repertuarının önemli kısmını oluştuyormuş. Bu ön araştırmayla gittiğim akşam beni bekleyen şeyin bu denli güzel olacağını tahmin etmemiştim ne yalan söyleyeyim. Grubun solisti Coumbane mint Ely Warakane’nin baştan sonra bizlere verdiği o eşsiz müzik dinletisinden mi bahsetmeli yoksa ardin, tidinit ve tbel denilen enstrümanların duygu yüklü seslerinden mi bahsetmeli emin değilim. Allah’a ve Hz. Muhammed’e bir övgü ve yakarış tarzında olan bu müziğin ismine ise “Azawan” denilmekteymiş. Önceki günler gibi ruhani ve mistik dünyaya sizi alıp götüren bu gün de oldukça etkileyiciydi. Her parça sonrasında alkışlarımıza “şukran”, “mersi” ve “teşekkürler” şeklinde karşılık veren Coumbane mint Ely Warakane’nin performansı ve sempatik tavırları gerçekten görülmeye değerdi.
     27 Eylül Perşembe akşamı yani festivalin 6. Günü bizi Çin’den Uygur Türkleri bekliyordu. Sanubar Tursun öncülüğünde kurulan Sanubar Topluluğu bize dutar, satar ve tanbur isimli müzik aletleriyle Uygur Mugam Müziği icra ettiler. Uygurlar, kültürel açıdan Orta Asya geleneğine bağlıymış ve anavatanları şu anda Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan Sincan Uygur Özerk Bölgesi imiş. Uygur Müziği, tarz olarak Orta Asya Türk müzikleri ile Çin müziklerinin özelliklerini taşıyormuş. Evet bunlar yine internetten yaptığım etkinlik öncesi araştırmalardan bir demet. Grubun solisti Sanubar Tursun’a iki kardeşi Hasan Can Tursun ve Hüseyin Can Tursun ile Mecid Yunus eşlik ediyor. Bu akşam benim dikkatimi çeken şey grubun diğer grupların aksine çalmaya ve söylemeye başladıktan sonra en az 15-20 dakika aralıksız devam etmeleriydi. Hiç es vermeden devam etmelerinin sebebi ise mugam müziğinin 3 bölümden oluşmasıymış. “Çangnâme - Çengnâme” adı verilen ilk bölüm serbest ve sazsız bir kısımla başlayıp, ritmik kısımlarla devam ediyor. Daha sonra “Destân” denilen ikinci bölüme geçiliyor ve bu bölümde önemli şahsiyetler veya olaylar müzik eşliğinde anlatılıyor. Çok sayıda hızlı ritimdeki parçanın yer aldığı son bölümün adı ise “Meşrep”. Konser bittikten sonra kesilmeyen alkışa son bir solo parça çalarak karşılık veren Sanubar Tursun gerek sesiyle, gerekse de müzik aletlerine hakimiyetiyle fevkalade bir gün daha yaşatarak zihnimizde unutulmayacak bir yer etti.
     7. gün Gürcistan Çeçenlerinden Aznash Topluluğunu da dinleyemedim maalesef. Bunun ertesi gününde ise ilk günden beri merak ve hevesle beklediğim Hindistan vardı. Bengal bölgesinde yaşayan dînî bir gruba bağlı gezgin mistik müzisyenlere Baul deniliyormuş. Ve grubun ismi de Purna Das Baul zaten. Şu anda 79 yaşında olan Purna Chandra Das isimli Hint sanatçı liderliğindeki topluluk festivalin unutulmaz gecelerinden birini yaşattı. İlk gün hariç en kalabalık gün olmasından da gruba ve Hindistan müzik kültürüne verilen önemi anlayabiliyoruz zaten. Gerek kullandıkları enstrümanlar, gerek kıyafetleri gerekse de yaptıkları müzikle eşsiz bir geceyi daha bitirerek son güne merhaba dedik. Son gün önce Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu karşıladı bizi. Ruhu dinlendiren bir ney dinletisinden sonra tasavvuf müziğinden birkaç eseri dillendiren topluluktan sonra Sema Ayin-i Şerifi başladı. Her sema töreni gibi bunu da dinlemek, izlemek apayrı bir duygu. Hele de bir Konya’lıysanız ve de Haz. Mevlâna’nın hayatı ile biraz ilgileniyorsanız sema sizin için bambaşka bir hale geliyor. İzlerken verdiği keyif tarifsiz…
     Bu şekilde bir mistik müzik festivalinin sonuna geldik. Bir şeye alıştığınızda bittiği zaman ertesi günün boşluğunu o dakikadan itibaren hissedersiniz ya, aynı şey aynı boşluk bende de vardı. Ertesi gün akşam saat 21:00’da bir programın olmaması eksikliğini hissettirdi. Gelecek yıllarda da sıkı bir takipçisi olacağım festivalin yapımında emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler…

9 Ocak 2012 Pazartesi

Fotografium Canon 600D profesyonel fotoğraf makinesi hediye ediyor!

Fotografium Canon 600D profesyonel fotoğraf makinesi hediye ediyor! Yarışmaya katılarak Canon 600D Kit, Manfrotto 055XProb tripod ve Kata123Go-30 fotoğraf çantası kazanma şansı yakalayın! http://blog.fotografium.com/fotografium-canon-600d-hediye-ediyor/ sayfasını ziyaret ederek yarışma hakkında diğer bilgilere ulaşabilirsiniz.

23 Aralık 2011 Cuma

Milletvekilliği meslek midir ki emekliliği olsun?

Öncelikle şu haberleri bir vereyim
Genel olarak bakarsak durum şu. Vekil olup 2 yıl vekillik yapıp sonra bu mesleği(!) bırakırsan 8.000 (sekiz bin) TL emekli maaşı(!) alıyorsun.
Ne kadar güzel değil mi? Bi düşünün hadi. İlkokul mezunu olmak yetiyor bu meslek için. Öyle bilgili okumuş insanlara ihtiyaç yok yani. Siyasetten anlamak da zorunluluk değil. Siyasi bağlantıların olsun, son sıradan da olsa vekil oluversen yeter de artar bile.
Lafımı esirgemeyeceğim, hakaretten küfürden hazzetmeyen biriyim. Ama bu şerefsizliğe de bir şey demezsem duramayacağım artık.
Ulan haysiyetsiz, karaktersiz insanlar! Hiçbir konuda %100 uzlaşmaya varamayan 550 tane insan, her konuda kedi-köpek gibi birbirine giren, hakaret eden insanlar! Normal hayatta bile ağza alınmayacak lafları birbirlerine fütursuzca hem de meclis gibi bir yerde savuran insanlar! Kendi cebinize girecek para konusunda nasıl da anlaşmaya varıyorsunuz değil mi? Çünkü siz büsbütün yozlaşmış, düşünceden yoksun, akıldan mahrum, utanma hayâ gibi kelimelerin sözlük anlamını bile bilmeyen insancıklarsınız artık bana göre. Ümidim vardı eskiden, bir yerlerde iyi şeyler olacağına, en azından birkaç vekilimizin aklı başında insanlar olduğunu düşünürdüm. Artık zerre güvenim yok A’dan Z’ye hiç birinize. Sayenizde anarşist düşünce bile artık düşünülebilir gelmeye başladı bana. Devlet’in yokluğunun imkânsızlığını düşünen ben artık sizin gibi kendi çıkarı için milleti kullanan zat’ı lüzumsuzlar yüzünden soğudum devlet yapısından.
Aklım almıyor olayı! Bakın şu anki maaşlara zam yapılmıyor. Hâlihazırda aldıkları aylık maaşlara zam yapılsa ağzımı açmayacağım. Çünkü vekildir bunlar, masrafları çoktur, aklım alır bu kadarını. Konukları olur, gidecekleri yerler olur, şu olur bu olur. “Yetmiyor, ben milleti temsil ediyorum, daha fazla lazım” deseler vallahi de billahi de ağzımı açmayacağım. %100 zam yapsalardı keşke kendi maaşlarına. Ama vekillikten sonraki dönemlerini ilgilendiren emekli maaşı adı altındaki binlerce TL’yi ceplerine indirmeyi düşünüyorlar resmen. Yahu milletvekilliği meslek mi ki emekli maaşı olsun? Bu işi meslek olarak görüp emekliliğini düşünmek değil de nedir bu?
Sağcı diyoruz, solcu diyoruz, şucu, bucu, farketmiyor. 550 tane vekil denen insanın biri de kalkıp demiyor “emeklilik gibi bir durumumuz olamaz, vekiliz biz, görevimiz bitince eski yaşamımıza döneriz, bırakın emekli maaşımızı yükseltmeyi, emekli maaşı denen bir şeyi hiç almamalıyız, çünkü bu bir meslek değil, biz halka hizmet etmek için gelmedik mi buraya” diye. Tam olarak kaç kişi evet demiş bilmiyorum. Hayır diyen var mı onu da bilmiyorum ama araştıracağım, elbet vardır kayıtları bi yerde. 1 tanesi de çıkıp “yahu bari gecenin bir vakti, yangından mal kaçırır gibi herkesin onayıyla geçirmeyelim şu yasayı, ayıptır” diye.
Sonra açıklama yapmışlar, “ihtiyaç”tan dolayı artmıştır maaşlar diye.
Emekli bir milletvekilinin ne ihtiyacı olsun be? Görevi süresi bittiği için eski hayatına defolup gitsin, ne hali varsa onu yapsın. Eskiden neyse ona devam etsin. Yok hala yapacak hizmeti varsa yeniden aday olsun, seçilirse devam etsin görevine. Ama çıkıp da “görevim bitse de ben eskiden vekildim, ihtiyacım çok” gibi saçma, ahlaksız, gereksiz bir açıklama yapıp halkı salak yerine koymasın! Çok kez salak yerine koydunuz ama bu artık suyunu çıkarmanın da ötesine geçti.
Bu saatten sonra kimse kalkıp bana “Akp olmasaydı halimiz haraptı, Chp olmasa neler olurdu neler, Asıl Mhp bu ülkenin direğidir, Bdp özgürlüklerin peşindedir” gibi safsatalarla gelmesin. Çünkü bu yasa hepsinin ne mal olduğunu açık seçik göstermiştir. Hem ne mal olduklarını göstermiştir hem de ne kadar mal düşkünü olduklarını göstermiştir.
Emekli vekil 8.000 lira maaş alacakmışmış. “Emekli öğretmen, doktor, işçi, memur kaç lira emekli maaşı alıyor ki?” lafını ortaya sunmayacağım çünkü bu da çok saçma. Çünkü onlar bu işi meslek olarak yapıyor. Emekli maaşı almak onların en doğal hakları. Maaşlarına yapılan %3, %5 zamları da ortaya atmayacağım, çünkü bir tarafta 550 tane milleti temsil eden vekil varken bir tarafta sayısı milyonları bulan bir kitle var. Zaten vekillerin maaşının da düşük olması gerektiğini de savunmuyorum, daha yüksek olsun ona da razıyım. Öğretmen 2000 lira maaş alırken vekil 10.000 lira alsın, hakkıdır. Ama emekli maaşı diyip 8.000 lira gibi devasa bir rakamı ölene kadar almak ayıptır, günahtır, kul hakkıdır. Ve bu hakkı kimse size helal etmez. Bir de “ihtiyaç” gibi bir sebep sunup emekli maaşının da hakları olduğunu düşündürtmek istemeleri terbiyesizliktir, utanmazlıktır, arlanmazlıktır!

Bu saatten, hele de bu olaydan sonra gelip de herhangi bir partiyi savunan olursa kim olduğuna bakmaksızın kalbini kırarım. Çünkü bu olay göstermiştir ki meclistekiler bu işi meslek olarak gören, günü kurtarma çabasıyla yanıp tutuşup emekliliklerini hayal eden, halkı zerre umursamayan insan topluluğudur, başka da bi nane değildir…

Bu arada biraz araştırdım henüz bulamadım 22 Aralık 2011’i 23’üne bağlayan geceyarısı geçirilen kanun teklifini onaylayan o vekillerin listesini. TBMM’nin sitesini halen kurcalıyorum, hala ümit etmek istiyorum teklifi reddeden belki gururlu insanlar vardır diye. Bulan olursa haber ederse çok sevinirim.
Ve bir not: Yazımda yanlış bildiğim, düşündüğüm, söylediğim bir şey olduğunu düşünüyorsanız lütfen bildirin. Eğer yanlış biliyor isem ve yazdıklarımda yanlışlar varsa, bu adamlar görev süreleri bittiğinde 8.000 TL almayacaklarsa, ya da ne bileyim başka bir şey. Lütfen yazın ki sinirim bari hafiflesin biraz…

20 Aralık 2011 Salı

I ♥ KONYA

Küf Project'i biliyor musunuz bilmiyorum. Bi ara ulusal kanallarda "Gazi Osman Paşa" tabelasını "Tosun Paşa" yaptılar diye haberler çıkmıştı. Onu yapanlar bunlar işte.
Şimdi de çok güzel bir video daha yapmışlar...

http://vimeo.com/33651733

İzlemenizi tavsiye ederim, çok hoş olmuş.

Burda da yapılış aşamaları falan var
http://www.behance.net/gallery/I-a-KONYA/2686025

Diğer işleri için
http://vimeo.com/kufproject
http://www.behance.net/kufproject

Ayrıca gittim, gördüm ve fotoğraflarını çektim.



19 Aralık 2011 Pazartesi

Sherlock Holmes: A Game of Shadows

Öncelikle gidin, bu filmi izleyin. İlk tavsiyem budur :)
Not: Bu yazı spoiler içerebilir.

Gelelim filme.
Bi kere senaryo olarak ilk film daha iyiydi. Bu yadsınamaz bir gerçek. İsmine yakışan bi gölge oyunu falan da göremedik. Asıl gölge oyunu ilk filmdeki Blackwood idi bana göre.
İlk filmdeki gizem ve bilinmezlik daha güzel yapan unsurların en başında geliyor bence.
Bu filmde Moriarty üzerine bi konu olacağını ve olayların 3 aşağı 5 yukarı ne şekilde ilerleyeceğini bildiğimiz için o havayı yakalayamadı bence.
Sherlock'un iyice bi pespaye hale gelmesi ve her zamanki tavırları güzeldi. Dawney Jr'a ve Jude Law'a zaten denecek bir kelime yok. İkisi de mükemmeldi oyunculuk konusunda. Fakat Jared Harris yani Moriarty de hiç öyle kenara atılacak değil bence. Çok çok iyiydi Moriarty rolünde.
Son sahnede Sherlock ve Moriarty'nin yüzleşmesi ve birbirleriyle gerçekten kıran kırana yaptıkları mücadele çok iyiydi. Sherlock'un dişine göre bi rakiple olan kavgaları daha güzel kesinlikle.
Ormandan kaçarlerkenki patlamalar şahaneydi demeden geçemeyeceğim. O sahnede "bu bölümleri 3D izlemek vardı" demeden kendimi alamadım. 3D kadar güzeldi nerdeyse. Bir de 3D olsaydı o patlama sahneleri çok daha şahane olurdu sanırım. Ama genel olarak 3D olmadığı daha iyiydi bence.
Filmi kesinlikle 1 kez daha izlemek lazım. Çünkü öyle noktaları aslında izliyor fakat farketmiyoruz ki. Sherlock'un gördüğü hemen her şeyi aslında görüyoruz fakat farketmiyoruz. Burda da yönetmen Guy Ritchie'nin mahareti çıkıyor ortaya tabii ki.
Son sahnesine eminim gülmeyen yoktur. Şahane bitirildi çünkü. 3. filme de açık kapıyı bıraktılar zaten.


Bu arada
Irene Adler'in öldüğüne hala inanmıyorum. Moriarty öldü dedi ama hiç inandırıcı gelmedi. Sonuna kadar bir yerlerden çıkacak diye bekledim ama olmadı. 3. filmde karşımıza çıkabilir :)


Vel hasılı çok güzeldi. En az 1 kere daha izletir kendini. Sinemada ya da dvd'de orasını bilemem tabi.
9/10

11 Aralık 2011 Pazar

Martin Scorsese ve en yeni yapıtı Hugo


Filmi bugün Real AVM Avşar sinemasında izledim.
Öncelikle söylemek istediğim bir şey var. BU film bizim ülkemizde tutmaz. Neden mi? Aşk yok. Aksiyon yok. Duygu sömürüsü yok. Erotizm yok. Kısacası ilgi çekici bir şey yok filmde. Bu yüzden tutulmamasını ziyadesiyle normal buldum, buluyorum. Bunlardan biri ya da bir kaçı olmadan ülkemizde bir filmin izleyen sayısının milyonu bulması çok zor bir olasılık.

Martin Scorsese gibi bir sinema üstadının sinemanın yaratıcısı sayılan birine olan vefa borcunu böylesine güzel bir şekilde ödemesi bana göre bir yönetmenin yapabileceği en iyi şeylerden biri.
Bu filmde bir şeyler bulabilmek için öncelikle Georges Melies'in kim olduğunu bi az çok bilmek gerek. Modern sinemanın kurucusu, babası sayılır çoğu kişiye göre. Filmde de anlatıldı zaten bunlar. http://tr.wikipedia.org/wiki/Georges_Méliès
O yüzden bu film bir vefa borcunun icra edilmesidir bana göre. Ve bunu da hakkıyla yapmıştır.
Martin Scorsese'nin ilk 3D deneyimi öylesine güzel ve ayarlı olmuş ki. Ne abartmış ne az bırakmış. Her şey yerli yerindeydi 3D konusunda. Her ne kadar 3D'nin film sonrası baş ağrısı yine vukuu bulmuş olsa da o baş ağrısına değdi diyebilirim.
Scorsese'yi hissediyorsunuz filmde bir şekilde. Ben özellikle kamera açılarıyla hissediyorum mesela artık bu adamı. Nasıl yapıyor nasıl ediyor bilmiyorum ama çok güzel yapıyor. Ve iyi ki de yapıyor bence.

Filmin konusuna gelirsek.
Hugo'nun çerçevesinde anlatılan Georges Melies hikayesi oldukça güzeldi bence. Ben Kingsley zaten çok iyiydi, denecek bir kelime bile yok. Ama çocuk oyuncular da çok iyiydi bence bu filmde. Hugo'yu oynayan Asa Butterfield ve daha iyi olan Isabelle rolündeki Kick-Ass'ten de tanıdığımız Chloë Grace Moretz oldukça iyilerdi bence. Filmi aldı götürdüler.
Filmdeki otomaton oldukça ilgi çekici bir ögeydi bence. Dikkate değerdi.
Sonradan sonraya Georges'in hikayesine girilmesi ayrıca güzeldi zaten.

Filmdeki -bana göre- tek yanlış nokta bir kaç noktada sıkıcılığa düşmesiydi. Öyle ki kimi sahneler olmasaydı da olabilirdi bence.
Geri kalanıyla bence oldukça güzel bir film.
Bir sinema filminden aksiyon, aşk, meşk vs beklentisi olanları elbette tatmin etmeyecektir. Herkesin zevki ve tercihi farklı nihayetinde.

Hoş, güzel bir film izlemek isterseniz tavsiye ederim.

Bu arada bir dipnot: Avatar gibi bir 3D fenomeninin yaratıcısı olan James Cameron bu film için "hayatımda izlediğim en güzel 3D film" demiştir...

Merhaba Dünya!

Selam dünya. Naber?

15 yıla yakın bir süredir internet dünyasında olan ben, son 10 yıldır her zaman açmak isteyip hiç "hadi lan bugün açayım şu blogu" demediğim blogu bugün, an itibariyle açtım. Modası geçti mi? Evet. Facebook ve twitter blog sistemini aldı götürdü ama olsun. Yazacağımız üç beş şey elbette bulunur.